Lagom... Sadece Isveç dilinde mevcut bir kelime bu. Bugün, yaşam tarzı imrenilen Isveç Halkı mutluluğu "lagom"da buluyor.
Isveçlilerin mutluluk sırrı "lagom."(*) Türkçede tam olarak karşılığı yok. "Olması gerektiği kadar" diyebilmemiz mümkün. Yani ne fazla, ne de az. "Kararında" diyerek açıklayabilmek mümkün belki "lagom"u. Yani, "denge."
Denge... Duygularda denge... Mantıkta denge... Sevinçte denge. Hüzünde denge. Her şeyde denge... Ne biraz fazla, ne de biraz az. Tam denge... Yani Isveçlilerin deyimiyle "lagom." Isveçlilerin "lagom"u, aslında bir yaşam felsefesi. Mutluluğa giden yolun kutup yıldızı... O sihirli dengeyi bulabilmek, kurabilmek; mutluluğun da kerterizi, huzurun da..
Her şey dönüp dolaşıyor bizi "lagom"la buluşturuyor. Albert Einstein'ın sözündeki gibi, bisiklete binmeye benziyor yaşamak... Dengeyi sağlayamadığımızda düşüyoruz. Ya da tam tersi, stabilizasyon gerçekleştiğinde, basıyor pedala, uçup gidiyoruz.
Mutsuzluklanmızı sorguladığımızda hep o dengenin şaştığı durumların, başrolde olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ya çok veriyoruz; tükeniyoruz. Ya da çok büyük beklentiler içine giriyor; hayal kırıklığı yaşıyoruz... Verirken de, beklerken de, umarken de hep o denge hep bir şekilde kaçıyor. Lagom felsefesi işte verdiklerimizle aldıklanmız, umduklanmızla bulduklanmız arasında denge kurmamızı öğütlüyor. Ya da bir başka deyişle "kararindaver, karannda ümit et" diyor bize lagom. Nasıl ve nerede kaçınyoruz ipin ucunu? Bence birçok sebebi var bu durumun.
Sosyoloji perspektifınden bakarsak... Akdeniz insanının duyguları uçlarda yaşama eğilimi önemli bir etken mesela. Tadında bırakmıyor, her duyguyu "dibine kadar" yaşamayı seviyoruz. içki gibi... Aşk bir anda kara sevdaya dönüşüyor. Hırs aniden ihtiras halini alıyor. Sıradan bir yenilgiyi hezimete dönüştürüyoruz içimizde... Ya hayatı çok ciddiye alıyoruz ya da hiç önemsemiyoruz. Ya katı mantıkçıyız ya da aşırı romantik. Ya karamsarlığın köküne iniyoruz, ya da iyimserlikte Polyanna'yı bile geride bırakıyoruz. Ya siyahız ya beyaz.
Dengeyi yitirince de armonisiz bir hayatın içinde buluyoruz çoğu zaman kendimizi. Ölçü kaçıyor ve biçtiğimiz hayata sığmıyoruz. Ya da bol geliyor yaşadıklanmız bize... Bisikleti deviriyoruz, canımız yanıyor. Neden düştüğümüzü sorgulamıyoruz, çektiğimiz acıyı afyon eyliyoruz... Dengeyi bir türlü tutturamamamızda sevginin emperyalist yönü de çok önemli bir unsur... Evet, emperyalist bir duygu sevgi. Kuşatıyor, ele geçiriyor bizi. "Aman o üzülmesin, aman bu kırılmasın" derken bakıyoruz hayatımız bizim olmaktan çıkmış. Yaşamak istediğimiz hayatla vedalaşıp yaşamak zorunda olduğumuz hayatın peşine takılmış gidiyoruz.
Sevgide de özveride de denge gidince, ölçü şaşınca mutsuzluk başlıyor bu sefer. insan kendisini, hayallerini hiçe sayıyor.. Mutlaka bir şeye adamaya zorunlu hissediyor hayatını... İşine, eşine, çocuğuna... "Yemedim yedirdim, içmedim içirdim..." "Senin için saçımı süpürge ettim..." Vs... Vs... Vs... Hepsi hayal kınklığının, pişmanlığın üzerine içilen bir bardak sudan ibaret aslında. Peki, Lagom'u nasıl hakim kılacağız hayatımızda. Bireyselleşebilmeyi öğrenmeden bu mümkün değil bence. Batı düşüncesinin özünü oluşturan bireyselleşme, dengenin inşasında bir "olmazsa olmaz"...
Bireysellik özgüven verir insana. Kendisine saygı duyar önce... Önce kendisini sever. Kendisini sevmeyen kimseyi sevemez. Kendisine saygı duymayan kimseye saygı duyamaz. Oku yay fırlatır, yay yoksa ok da olmaz. Ve Montaigne'in dediği gibi, okunu hedeften öteye atan okçu hedefi tutturamayan okçudan farklı değildir...
Duyguların da bir sınırı vardır. Ve kendisin! bilen insan, sınırların! doğru çizer... Ne kadar verebileceğinin farkındadır. Parçalamaz kendisini... Nafile hayallerle uyutmaz benliğini. Saygısını sevgisini israf etmez. Hak edene, hak ettiği oranda verir. Kendisini tüketmez... Arthur Schopenhauer, "Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizrnalar" isimli kitabında insanın içsel zenginliklerine dikkat çeker. insanın kendisini bilmesinin, bireyselleşmenin mutluluğun yegane yolu olduğunu savunur. Çok haklı.
Denge, aslında insanın kendisiyle yüzleşmesidir. Kendisini bilen, duygulannın da ölçüsünü bilir. Ne aptal kahramanlığa soyunur ne da acıların çocuğu olmayı kabullenir. Denge bir anahtardır mutluluk kapısını açan. Kaybettiğimiz anahtarı ancak nerede kaybettiğimizi bilirsek buluruz. Ve anahtarı nerede yitirdiğini anımsamak, kişinin kendisini bilmesiyle mümkündür. Ve bireyselleşebilmesiyle elbette....
Sihirli kelime "lagom"dur son tahlilde.... (*) ilgi duyanlar, Niki Brantmark'in Isveç yaşam tarzını anlatan "Lagom: Not Too Liftle, Not Too Much, Just Right: The Swedish Guide to Creating Balance in Your Life" (Lagom: Azıcık Değil, Fazla da Değil: Isveç'ten Dengeli ve Mutlu Yaşam Sanatı) isimli kitabını okuyabilirler.
Kaynak :Uğur Oral